NEREDEN NEREYE!
 Turizm Kenti ve Şehitler Diyarı diye tabir ettiğimiz, kristal karıyla övünüp dilimizden düşürmediğimiz İlçemiz Sarıkamış’ın sosyal, kültürel ve ekonomi boyutunu masaya yatırıp neredeen nereye geldiğine hep birlikte bir göz atalım.
Bu tahlili yaparken çok eskiye gitmeden sadece 1970 li yıllardan günümüze kadar olan süreç içerisinde özellikle sosyal ve kültürel yanıyla uğramış olduğu erozyonun nedenlerini irdelemeye çalışacağım.
Benim kuşağımdakiler ve bizden öncekiler çok iyi hatırlarlar:1970’li yıllarda Sarıkamış’ta iki adet sinema, bir tane tiyatro ve Sarıkamış adını taşıyan renkli baskılı en az dört sahifeli ve bugünkü ulusal gazetelere eşdeğer birde yerel gazetesi vardı. O yıllarda ülkemizin en ünlü sanatçıları İlçemize gelip konserler verirlerdi. Ve Sarıkamış halkı giyimi, kuşamı, kültürü ile göz dolduruyor, büyük şehirlerde yaşayanlar bile bu kentlilere gıptayla bakıyorlardı.
Mesela; o yıllarda şehirde gezerken elinizdeki bir çöpü, çöp kutusu bulup atana kadar rasgele bir yere atmanız mümkün değildi. Çünkü bütün cadde ve sokaklar pırıl pırıldı. O dönemlerde övünç kaynaklarımızdan birisi de sarıçamlarla bezeli ormanlarımız, temiz hava ve soğuk sularımızdı. Çünkü günümüzdeki gibi içme suyu ilçe dışındaki su kaynaklarından temin edilmiyor, çeşmelerimizden tertemiz ve buz gibi soğuk sular akıyordu. İnsanlarımız o kadar eğitimliydi ki mesire yerlerimiz de bir tane poşet, şişe vb. madde rastlanılması yok denilecek kadar azdı. Piknikçilerimiz piknik yerlerini terk etmeden önce çevre temizliği yaparak onlardan sonra geleceklere nezih ve temiz bir ortam bırakırlardı. Balkondan yemek atıklarını cadde ve sokak ortalarına ya da binanın etrafına rasgele savurmak mı? Yok, canım olur mu öyle şey? Evlerinde biriktirdikleri çöplerini ağzı bağlı poşetlerle çöp kutusunun içerisine öyle bir itinayla atılırdı ki çöp konteynerinin etrafında bir tane bile çöpe rastlayamazdınız. Hazır söz çöpten ve benzeri yemek atıklarından açılmışken çok yakın bir tarihte başımdan geçen tatsız bir olayı sizlerle paylaşmak istedim.
Bir sabah itinayla ütületip, özene bezene giydiğim takım elbiselerimle işime gitmek için yola koyuldum. Yağmurlu bir gündü. Cadde ve sokarlarda oluşan çukurlar yağmur sularıyla dolu, sokaklar çamurdan geçilmiyordu. Zaman zaman pantolonumun paçalarını tutarak sokak aralarından geçip üç katlı bir binanın önüne gelmiştim ki; içinde domates, salata, makarna vb. bulaşıklarla dolu bir kova yemek atığının üzerime boşaltılması sonucu tepeden tırnağa bulaşığa bulandım. Beni bu hale getiren yaratığın kim olduğunu tanımak maksadıyla ceketimin kolundan temiz kalan kısmıyla yüzümü silip gözlerimi binanın balkonlarına çevirdiğimde kimsecikleri göremeyip, gergin ve üzgün bir vaziyette tekrar eve dönüp elbiselerimi değiştirdikten sonra söz konusu binada ikamet edenlerden birisine durumu anlatıp bir nevi dert yandım. Adamın bana “Abi kusura bakma o üst kattakiler bizim çocuklar, aşağıya bakmadan dökmüşler yemek atıklarını, hâlbuki bin sefer söylüyorum; ya adam bir aşağı baktıktan sonra döker… ” demesin mi! Adamın bu cevabı üzüntümü kat kat daha artırdı. Yani bulaşığını veya evindeki her türlü pisliği sokak ortasına atmada bir beis görmüyormuş herif! Sadece oradan geçenlerin üzerine dökülmesine kızıyormuş o kadar…
İnsanlar arasındaki diyalog öylesine güzel, öylesine güzeldi ki bırakın birbirleriyle kavgayı, münakaşa bile etmezlerdi. Orman suçu olmasaydı belki de o zamanın hapishaneleri müşteri bulamayacak, hâkim ve savcılar iş arayacaklardı. Gençler arasında öyle acımasız şakalar yapılırdı ki bugün o şakalar yapılsa, korkarım cinayetle sonuçlanırdı. Ancak onlar iki dakika sonra gülerek kol kola takılıp evlerinin yolunu tutarlardı. Öteden beri Ülkemizi bölüp parçalamak ve milletimizin arasına ayrılık tohumları ekmek isteyenler Aziz Milletimizin üzerinde hain emeller besleyenlerin taşeronluğunu yapan içimizdeki hainlerin oyununa gelmekte geç kalınmamış sağ-sol kavramlarıyla gençliğin arasına nifaklar sokulmuş, zaman zaman iki kardeşin bile birbirleriyle kanlı bıçaklı olmasına sebebiyet verilmişti. Ancak bütün bunlara rağmen eğitimli aile reisleri birbirlerine kin ve nefretle bakmaz o dönemin kanaat önderleri devreye girip, insanlar arasındaki diyalogun pekiştirilmesine vesile olurlardı.
Bugünkü gibi her oturdukları yerde kültürden ilimden irfandan dem vurup, mangalda kül bırakmayan bazı aile reisleri ve hatta kendilerini ilçenin ileri gelenlerinden sayanların bazıları gibi çocuklarına geçmişte yapmış oldukları kavgalarını, sonuçta nasıl hapis yatıp çıktıktan sonra çevresinden nasıl rağbet gördüklerini veya bir yumrukta birkaç kişiyi devirdiklerini, arada birde kendilerinin kungfu, karate, judo, tekvando gibi spor dallarını çok iyi bildiklerini ballandıra ballandıra anlatarak; onlara kaba kuvveti aşılamaları ya da her sohbetlerinin başında “benim şu kadar eli değnekli gencim var, bazen onları durdurmakta zorlanıyorum…” diyerek insanlara aba altından sopa gösterip, hukuk devleti yerine dağ kanunlarının halen hüküm sürdüğünü, işlerini bu yolla halledebileceğini sanan aciz ve zavallı mahlûkatların sayısı yok denecek kadar azdı. O günün aile reisleri çocuklarına, kendi kültürlerinin yanı sıra gelişerek değişen dünya şartlarına uyum sağlamaları için de sürekli araştırarak okumalarını, kendilerinin gelişen dünya teknolojisine ayak uydurmaları için çaba sarf etmelerinin şart olduğunu akıllarından çıkarmamalarını tembihler; adam gibi adam denilecek cinsten bir gençlik yetiştirme gayreti içerisinde olurlardı. O yıllarda Manifatura, Mobilya, saraç, bakkal, lokanta, vb. alış veriş merkezlerinin sayısı kahve sayısından çok çok daha fazlaydı.1970 yıllarda kahve sayısı beşken, bugün mesafeleri en fazla birbirlerine yüz yüz elli metre uzaklıkta tamı tamına otuz iki adet kahvemiz faaliyet göstermektedir. Hem de ne faaliyet ne faaliyet hepsi tıklım tıklım dolu ve hepsinin getirisi de diğerlerini ikiye katlıyor. Gözde bir giyim mağazasına veya bir mobilyacıya günde en fazla üç beş müşteri uğrarken, onlar en geç sabah yediden gecenin oniksine kadar müşteri ağırlamaktan muzdarip olmuş durumdalar. Yine birisi belediyeye ait olmak üzere iki tane hamam vardı. O dönemi hatırlayanlar bilirler, haftanın her günü sırasıyla bayanlara ve erkeklere olmak üzere tıklım tıklım müşteriyle dolup taşarlardı. Bazen düşünüyorumda: Acaba günümüz insanları daha mı az yıkanıyor? Yoksa hamam kültürü o günkünden daha da mı az?
Hele hele bir millet bahçemiz vardı ki orada bir saat gezinmek, o sarıçamların altında yemyeşil çimenle bütünleşen kardelen çiçekleriyle bezeli zemin üzerinde bir kaç dakika oturup arkadaşlarınla hasbıhal olmak, belki de kanarya adalarında tatil yapanlardan daha fazla keyif verirdi insana.
Şimdi kafamızı iki elimizin arasına alıp bir düşünelim:
Turizm kenti, şehitler diyarı ve kristal karıyla övündüğümüz İlçemizin; bizleri bundan otuz kırk yıl öncesindeki konumuna özendiren ve halen o yılları büyük bir özlemle anmamızın altında ki gerçek nedenler nelerdir? Hangi faktörler ilçemizde göçe sebebiyet vererek 25 bin nüfustan 17 binlere inmesine vesile olmuş, hangi nedenlerle işsizlik hat safhaya çıkarılmış, hangi sebeplerden dolayı bugünkü gençliğimiz kahve ve internet köşelerinde gencecik bedenlerini ve beyinlerini çürümeye terk etmiş, hangi sebepler modern bir kent görünümünden köylüleşmeye doğru hızlı adımlarla yaklaşılmış ve hatta modern bir köy haline dönüştürülmüştür?
Bu soruların muhatabının sadece son birkaç yıla fatura etmek adil olmaz kanaatiyle; söz konusu nedenlerin uzantısının son yirmi yıllarda aranmasının gerekliliğini belirttikten sonra, bütün bu soruların cevabını değerli okuyucularıma ve çok kıymetli hemşerilerimin takdirine bırakıp, âcizane çözümün:
Bundan böyle SARIKAMIŞLI’NIN, etnik kimlik üzerinden siyaset yapmamasının ve partizanlıktan uzak; kişisel hırs, menfaat ve ihtirasların bir kenara bırakılmasının şart ve kaçınılmaz olduğunu, Sarıkamış’ı sadece seçimden seçime hatırlayan ve tek bir dikili taşı bulunmayan çantacılara ya da koltukları için Sarıkamış’ın başını beklediklerini söyleyenlere değil; hiçbir karşılık beklemeksizin baba ocağını terk etmeyen, tek kuruşuna kadar ilçesine yatırımlarını yapan, acı ve tatlı günlerini birlikte paylaşan, sorunlarını yüreğinde hisseden, köylülükten uzak kentleşme yönünde adımlar atacak ve göçü tersine çevirecek projeler üreten; turizm kenti ilçemizi hak ettiği koltuğa oturtturacak, ufku açık dünya görüşüne sahip, ehliyetli oldukları kadar ehil olanlara, kısacası İlçesini ve ülkesini katıksız ve karşılıksız sevenlere itibar göstereceğine, tüm insanları kucaklayıp birlik ve bütünlüğün sağlanarak kendisine bir yol haritası çizme zamanın geldiğini hatta ve hatta çoktaaan geçtiğini hatırlatıp;1970 ve öncesi yıllardaki özlemlerimizin üzerine gelişen dünya teknolojisine ayak uydurularak ismi kadar kendisinin de marka yapılacağı ve Davos’a eş değer bir kent yapılacağını temenni ediyorum… 28 Mayıs 2008