MÜDÜR BEY’İN CAKASI
Biz memurlar işlerimizin yoğunluğu arasında bir nefes almak ve azıcık da olsa dinlenmek münasebetiyle arada bir birbirimizi ziyaret edip bazen yaptığımız işlerle ilgili bilgi alışverişinde bulunur, bazen de havadan sudan sohbet ederiz. Benzer bir ziyaret maksadıyla bir daire amiri arkadaşımın dairesine gitmiştim. Hoş beşten sonra ikram edilen çayımı yudumlarken yarım açık kalan kapının aralığından aksakallı yaşlıca bir bey içeri girip ceketinin bütün düğmelerini ilikleyerek elindeki dosyayı müdüre uzatıp, isteğini anlatmaya başladı. Ancak Müdür Bey adama şöyle bir göz ucuyla bakıp hiçbir şey söylemeden yeniden sohbete koyulmuştu. Konuşmalar arasında vatandaşın ne dediği anlaşılmıyordu. Garibanım çekine çekine derdini anlatmaya çalışıyordu ama nafile, dinleyen kim? Derken vatandaş ayakta müdürün sohbetinin bitmesini bekliyor, müdür ise bırakın vatandaşa oturun demeyi, adamın yüzüne bile bakmıyordu. Aradan yaklaşık beş dakika gibi bir zaman geçmişti ki Sayın Müdür vatandaşın biraz önce kendisine verdiği dosyayı adama uzatırken yine alaycı bir vaziyetle göz ucuyla süzdükten sonra sert ve tavırlı bir ses tonuyla “ Senin işin benimle değil, neden bana geldin ki hadi kardeşim hadi al bu dosyayı …’e git” diyerek; onun ödediği vergilerle maaşını alan Müdür’ün, vatandaşını adeta daireden kovduğuna şahit olmuş ve bir kez daha kahrolmuştuk.
Yüzündeki derin çizgiler ellerindeki nasır ve çatlaklardan feleğin acı sillesini yediği belliydi zavallının. Bu duruma son derece üzülüp nezaketen de olsa sayın müdürle tokalaşıp oradan ayrıldık.
Elbette aklımıza; acaba bu garibanın yerine ensesi kalın, kelli felli birisi veya hiç hak etmediği halde kendisine o makamı peşkeş çekenlerden birileri olsaydı… Müdür Bey tarafından aynı muameleyi görür müydü, yoksa elini ayağını ovuşturup oturduğu makamında önünü ilikleyerek “baş üstüne efendim emriniz olur” deyip, bin bir türlü ikram ve hürmetten sonra kapıya kadar yolcu mu ederdi?
Maalesef biz buyuz! Bizler devletin kapısına kapaklanana kadar öpmediğimiz el ayak kalmaz. Her türlü işi yapmaya razı oluruz. Ama yeter ki kapaklanalım. Hani bir söz vardır; ”Ayağıma yer edem gör başan neler edem” işte o misal. Bu kez bulunduğumuz yeri beğenmeyip, hiç hak etmediğimiz makamlara göz dikeriz. Başlarız bu işin taşeronluğunu yapanlara yalakalık ve yardakçılığa. Onların bir dediğini iki etmez ama gariban vatandaşımızı da kapıdan kovmaktan ar duymayız.
Evet, birilerinin özel bazı meziyetlerle elde ettikleri koltuklara gömülüp, burun ucuyla vatandaşına ters ters bakan, hatta arada birde azarlayan, bu da yetmemiş gibi kendisini o makama oturtanları arkasına alıp, devletin kendisine tanımış olduğu yetkileri kötüye kullanarak şatafatlı bir yaşam sürme pahasına; ödediğimiz vergilerden alınan makam arabasıyla çocuğunu okula, eşini baloya ailesini pikniğe taşımaktan ve kurumuna aktarılan paraları çarçur etmekten zerre kadar gözünü kırpmayan böylesi devlet memurlarına ya da yetkililere zaman zaman rastlamışızdır. Rastlamasına rastlamışız da, hiç birimiz bize yapılan haksız muameleyi hak etmediğimizi devlet memurunun vatandaşına hizmet etmek için o koltuklarda oturduklarını, karşılığında da ödediğimiz vergilerden maaşları aldıklarını, özel işleri ve kişisel hırsları uğruna harcadıkları paralarda tüyü bitmemişin hakkı olduğunu söyleme cesaretinde bulunamamışız.
Bir de; işgal etmiş oldukları koltuklarda oturdukları süreç içerisinde kurumuna zerre kadar menfaati olmayan, makamını sadece egolarını tatmin için kullanan, yaptıkları ve yapacakları icraatları yerine sürekli makam ve diplomalarının arkasına sığınarak onlarla övünen mahlûklar vardır ki, bunların derdi hiç çekilmez. Tabiî ki buda ayrı bir tartışma konusu…
Ancak ve ancak; bulunmuş oldukları makamlara gözünün nuru, alnın teri ve bileğinin hakkıyla gelenler ile makamlarının hakkını verenleri tenzih ederiz…
Şimdi naçizane buradan sormak istiyorum:
Sizce bütün bu olanların müsebbibi kim, ya da kimler?
Kurumların siyasetle iç içe oluşu mu? Yoksa ahlaki bir çöküntü mü? Ne dersiniz? 22.01.2007